2020 yılının başında birçok politikacı COVID-19’u bir sağlık krizi olarak gördüler, oysa virüs kısa sürede politik, ekonomik ve toplumsal bir krize döndü. Zira, koronavirüsün yayılma hızı beklenenden yüksekti. Virüsün yayılma hızının hâlâ etkisini yitirmemesine karşın bugün birçok devlet, adı konmasa da bir ‘sürü bağışıklığı’ politikasına geçtiler. Ancak virüsün yayılma etkisinin kırıldığına dair net bir bilimsel açıklama hâlâ gelmedi. Dolayısıyla, “yeni normallik” adı altında salgına karşın baskılama yöntemi uygulandığı açık.
Bu sağlık krizinin birçok kutupta bir toplumsal krize dönüşmesinin ardında yatan asıl faktör ise eşitsizlik kavramı üzerindedir. Koronavirüs eşitsizlikleri kısa sürede gün yüzüne çıkardı. Bu yüzden olsa gerek, neredeyse uluslararası skalada tüm yetkililer “aynı gemideyiz” anlatısını her gün kullanmaktan hiç çekinmediler. Dahası, Zizek’in de altını çizdiği üzere kriz gözle görülebilir ölçüde toplumun “şanslı azınlıklar” ve “diğerleri”neden oluştuğunu yüzümüze vurdu. Bunun yanı sıra, koronavirüse kadar karşısına ne çıkarsa çıksın alt eden Reagan-Thatcherizm, nam-ı diğer neolibrealizm, toplumlar tarafından bir ön kabul olmaktan çıktı. Bu yüzden, ilerleyen yıllarda büyük bir politika değişikliği yaşanması olasıdır. Ayrıca, globalleşme trendinin hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkan bir salgın tarafından yıkılması da ayrı bir ironidir.

Bu baskılama sürecinin daha ne kadar gideceği hala meçhul, zira belirttiğim gibi virüs etkisini kaybetmedi. Ancak, daha önce alınan tedbirler dolayısıyla yayılma hızı baskılandı. Krizin sağlık boyutundan ziyade politik ve toplumsal boyutunun incelenmesi de bu bağlamda gereklidir. Bu nedenle, eşitsizlikleri ulusların tarihte nasıl kontrol ettiğine kısaca dönüp bir bakmak faydalı olacaktır.
Virüsün etkilerinin ne olacağına dair birçok ekonomist, sürecin başından bu yana farklı görüşler sundu, örneğin kimi piyasaların birkaç ay içerisinde yıkılacağını iddia ederken kimileri de hiç etkilenmeyeceğini iddia etti. MIT’de ekonomi profesörü olan ve adını son günlerde “Dar Koridor” isimli kitabıyla duyduğumuz Daron Acemoğlu, Nisan ayında Habertürk’te verdiği bir söyleşide virüsün birleştirdiği faktörler göz önüne alındığında tarihte gördüğümüz üç krize benzediğini iddia etmişti: 1918 Salgını, 1929 Büyük Depresyonu ve 2007 – 2008 Büyük Durgunluğu (Acemoğlu, 2020).
O aylarda, doğal olarak, birçok insanın aklındaki en büyük korku krizin 1918’deki gibi sağlık kapasitesinin çökmesine yol açıp büyük bir toplumsal buhrana yol açmasıydı. Bunun yanı sıra, domino etkisi gibi küçük işletmelerin birbiri ardı sıra çöküp makro skalada ekonomik krize neden olması da olasıydı. Üçüncü olasılıkta ise bankaların etkileneceği bir finansal kriz öngörülüyordu. Şu an için ekonomik anlamda elimizde bu üç krize benzer kriterde bir kriz olduğunu söylemek muhakkak ki abartılı bir söylem olur. Ancak, günden güne değişen ve kontrol edilemeyen fiyatlandırmalar, özellikle kriz döneminde enfekte olma riskine karşı çalışmak zorunda kalan onlarca insan için büyük bir “ortada kalmışlık hissi” yarattı. Dolayısıyla, bu krizin asıl benzeri 1929 yılında Kara Perşembe ile gelişen süreçte ABD’de yaşanan işsizlik, güvensizlik ve istikrarsızlık sürecidir. Koronavirüs eşitsizlikleri gün yüzüne çıkarmaya devam ettikçe her geçen gün sistemin adil olduğuna dair inanç azalıyor ve eskiden radikal gelen bazı fikirler radikal olmaktan çıkıyor.

Refah devleti tartışmalarının 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkması da tesadüfi değildir, çünkü insanlar tamamen kendi iç dinamiğine bırakılan piyasaların yarattığı ekonomik ve finansal konjonktürde benzer sorunlarla yüzleştiler: işsizlik, ortada kalmışlık hissi ve eşitsizlik. 1930’lu yıllara gelindiğinde ABD’de her dört kişiden birinin işsiz olduğu bir durumda sokak hareketlerini düşündüğümüzde, birkaç hafta önce çıkan “BlackLivesMatter” hareketleri de tesadüfi görünmüyor. Buraya ayrı bir parantez açmak gerekirse, Amerika’da yaşanan siyahi hareketleri yalnızca ırki veya etnik bir ayrışma ile incelenmemelidir. Emek-sermaye ilişkisinin sonucu olarak eşitsizliğe ve adaletsizliğe, daha da radikal olarak polis şiddetine maruz kalan gruplar, bu salgın esnasında adalet aramak adına sokaklara çıkmışlardır. Söylemeseler de, bağırmasalar da biliyorlar ki Koronavirüs değil sistem öldürür.

İronik olarak, devletler piyasalar ve toplumsal düzen üzerinde yaptığı regülasyonlar dolayısıyla suçlanırken kriz anlarında devletten kaosu regülasyonlar yoluyla önlemesi beklenir. Örneğin, iki dünya savaşı arası dönemde İspanyol gribi ve birçok eşitsizliği gören Avrupa, 1930’lu yıllarda refah devletini talep ediyordu.
Amerika’da Kennedy, Britanya’da Beveridge gibi birçok isim regülatör devlet modelini eşitsizlikleri gideren bir merhem olarak toplumlara sunmuş ve takdir edilmişti. Buna karşın, özgürlük mü yoksa eşitlik mi tartışmasından elde edilmiş onlarca kazanım 1970’lerde bir sosyolojik değişimle “özgürlük”ten yana taraf oldu: 1970’li yıllara gelindiğinde, Britanya örneği üzerinde çalışan sosyolog Frank Parkin (1973) sınıf hareketliliği üzerine yaptığı bir araştırmada yeni bir orta sınıf kimliği keşfetti. Sosyal devlet politikaları kazanımlarının yanı sıra, yeni iş imkanları ve teknolojik gelişmeler ile birlikte geleneksel işçi sınıfından büyük bir kitle orta sınıfa geçti. Bu sınıf, kazandığı statünün kalıcı olacağını ve sistemin adil olduğunu düşündü, oysa kazanımlarının altında yatan en temel faktör değişen teknoloji, göreli adil düzen ve eşitlik fikriydi.
O döneme kadar orta sınıf, liberal ve muhafazakar kimliği ile bilinirken geleneksel işçi sınıfından kazandığı yeni üyeleriyle kolektivist bir değer sistemini de benimsedi. Bunun yanı sıra, özellikle Avrupa ve Amerika’da – Türkiye’de Turgut Özal’ın başını çektiği 1980 sonrası dönemde- özelleştirme politikaları talep gördü. Devlet, özgürlük ve eşitlik arasında bir seçim yapmaya bırakıldı ve doğal bir sonuç olarak neoliberalizm toplumsal bir kabul gördü. Amerika’da Başkan Reagan, Britanya’da Thatcher, Türkiye’de özellikle 2002’den sonra gördüğümüz Erdoğan politikaları da tesadüfi bir çıkış değildir. Ancak ilginç olarak birçok kriterde 1980’li yıllardan bugüne büyük bir ekonomik büyüme yaşansa da eşitsizlikler de günden güne arttı ve 2020’nin kaotik dünyasını oluşturdu. Buna karşın, refah devleti savunan ve özgürlük ile eşitlik bir arada yürür diyenler ise eşitsizliklerin düşük, adalet algısının yüksek olduğu toplumsal uzlaşı ortamının oluşturulduğu devletler oluşturdular.
Kısaca belirtmek gerekirse, Koronavirüs, 1980’lerden bugüne yapılan özelleştirmelerin yarattığı eşitsizlikleri gün yüzüne çıkardı. Sağlık, eğitim, ekonomi ve birçok boyutta toplumun nasıl şanslı azınlıklar ve diğerlerine ayrıldığını yaşadığımız süreçte sadece farkında değildik, ancak Koronavirüs bize her birini hatırlattı. Söylenen odur ki aynı nehirde iki defa yıkanılmaz. Bu yüzden, 1930’lu yıllardan sonraki kazanımların uluslararası boyutta kendini tekrar edip etmeyeceği belirsizdir. Ancak, neoliberalizmin sunduğu “dünya vatandaşlığı ve “globalleşme” iddiası bu virüsle beraber açıkça çöktü. Bundan sonraki süreçte ulusların neleri takip edeceği ise hâlâ merak konusu. Buradan çıkarılabilecek en açık ders ise popülist iddiaların aksine özgürlük ve eşitliğin aynı anda yürüdüğü, eşitsizliklerin azaldığı ve adalet algısının oturduğu bir dünya yaratmak olmalıdır.
Kaynakça
Acemoğlu, D. (2020, April 05). Koronavirüs sonrası küresel ekonomik sistem değişir mi? | Açık ve Net. (K. Par, Röportaj Yapan) Habertürk TV. https://www.youtube.com/watch?v=adVHWkkldq8&t=327s adresinden alındı
Hansan, J. E. (2017). What is Social Welfare History? (Social Welfare History Project) https://socialwelfare.library.vcu.edu/recollections/social-welfare-history/ adresinden alındı
Parkin, F. (1973). Class Inequality and Political Order.
Leave a Review