“Yaratmak uğruna kendimi yok ettim; kendi içimde o kadar dışıma attım ki kendimi, kendimin dışında varlık sürüyorum artık. Farklı oyuncuların farklı oyunlar oynadığı boş bir sahneyim ben.”
Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa
“..numaracı biridir şair
öyle ustaca numara yapar ki
gerçekten acı çekerken bile
rol yapıyormuş gibi görünür.
ve yazdıklarını okuyanların
iyice hissettikleri
onun çifte acısı değil
sahte acılarıdır kendilerinin.”
Uzaklıklar, Eski Denizler, Fernando Pessoa
Takip eden metin boyunca Goffman’ın Dramaturji kavramı, bu kavram çerçevesinde Woody Allen’ın Zelig (1983) isimli mockumentary filmi ve John Berger ile Ingmar Bergman’ın penceresinden kadının toplum sahnesindeki oyunculuğu fikri yeniden değerlendirmeye alınıyor!
Dramaturji, sahnelenmek istenen oyunun seyirciyi hedef alan bir forma dönüştürülmesi sürecidir. Müziği, dekorasyonu ve metniyle birlikte bütünsel bir hazırlığın yapıldığı bu evre, oyun ile seyirci arasındaki köprüyü oluşturur.Goffman dramaturji kavramıyla kişiliği oluşturan yekpare bir yapıtaşından ziyade, kişiliğin sosyal inşasına ve bağlamla beraber değişkenlik gösteren yapısına dikkati çeker. Farklı karşılaşmalar ve bağlamlar içinde değişkenlik gösteren iletişim kurma şeklimiz, stratejik olarak değiştirdiğimiz farklı maskelerimizdir. Bu teoride kişiliğin sabit bir temeli yoktur. Sosyal bağlama ve ona verdiğimiz karşılığa göre yeniden inşa edilir. Böylece günlük yaşamda benliğin sunumu farklı izleyicilerin karşısında sürekli olarak yeniden anlam kazanır. Goffman’ın dramaturjide kullandığı bir diğer kavram izlenim yöntemidir. Bireyin kendini sunumunda oluşturmak istediği portre, izlenim yöntemi davranışı ile yaratılır. Kendimize dair izlenimleri kontrol etmeyi hedefleyen, kimi davranışları öne çıkarırken bir diğerini gizli tutan, seyirciyle karşılıklı oynanan bir kimlik yaratma stratejisidir. Farklı sahnelerde oynadığımız farklı oyunlar, değişken sosyal rollerimizin dünya sahnesinde yeniden hayat bulmasıyla gerçekleşir. Yatak odası sesiyle proje sunumu yapılamamasının sebebi, değişen seyirci kitlesine kabul görecek bir oyun sunabilmektir.
Öte yandan Goffman damgalama kavramıyla sosyal kimliğin değer kaybederek itibarsızlaşmasını vurgular. Damgalama fikri, öncesinde Frank Tannenbaum’un (1938)“Kötülüğün Tiyatrosu” metninde anlam kazanır (Erdem& Özmen, 2018). Uygunsuz davranışta bulunan bireye toplum sahnesinde işaretleme yapılır. Toplumsal otorite, suçlu davranışın tanımlanmasında karar merci olarak davranır, böylece aykırı olan normal olandan ayrışır ve toplum yapısı korunmuş olur.
Toplumsal damgalanma kavramı daha geniş bir perspektifte kalıp yargılar, ön yargılar ve ayrımcılıkla iç içe olmakla beraber onu oluşturan bileşenler sosyo-politik şartlara göre değişkenlik gösterir. Cinsel yönelimlere, azınlıklara ve marjinal gruplara karşı toplumdan topluma değişkenlik gösteren tutumlar ve reaksiyonlar buna örnek olarak verilebilir. Örneğin, toplumdan dışlanmış bir bireyin yeniden hayata kazandırılması sancılı bir süreçtir. Birey bu sürecin sonucunda damgalanmayı içselleştirip toplumdan geri çekilme davranışı sergileyebilir. Toplumsal damgalamanın bir diğer potansiyel sonucu ise sapkın davranışın tekrarı olabilir. Nihayetinde bu mekanizma aykırı davranışı kısır döngüde tetikleyici olabilir. Aynı sebeple toplumsal ayrımcılığa maruz kalmış HIV pozitif birey veya bağımlı birey, durumun inkârıyla tedavi olmayı reddedebilir. Öte yandan toplumda hiçbir bireyden dominant gelen tüm normlara sadık kalması beklenemez. Tam da bu sebepten sapma davranışı süreçte anlam kazanır. Sapkın birey ve diğer aktörlerin etkileşimi aykırı davranışı tanımlar hale gelir (Biltonvd, 2009).
Kısa bir bakış
Goffman dramaturjide gündelik hayatta benliğin sunumunu tiyatro sahnesi imgesiyle anlatır. Benimsenen roller toplumsal olarak idealize edilmiş kalıplara sahiptir. Kişisel vitrinimiz toplumla etkileşimli olarak farklı zaman ve mekânlarda kullanmak üzere donattığımız “sunulan” benliğimizdir. Böylece sosyal hayatta toplumsal otorite tarafından onaylanmış, bağlamına göre değişkenlik gösteren tiyatro oyunları sergileriz.
Topluluğun parçası olarak kendini görünür kılmak: Doin’ the Chameleon, Zelig (1983)

“Küçükken bir arkadaşım bana Moby Dick’i okuyup okumadığımı sormuştu ben de okumadığımı söylemeye utanarak okumuş gibi davranmıştım.” –Leonard Zelig (Zelig, 1983)
Woody Allen’ın mockumentary filmi Zelig (1983), 1920’li yıllarda yaşayan “Mükemmel Konformist” insan bukalemun Leonard Zelig’in esrarengiz yaşam öyküsünü anlatan kurmaca bir belgesel film. Leonard Zelig içinde bulunduğu kitlenin şeklini alan, iletişim kurduğu insanların kişisel ve fiziksel özelliklerini birebir taklit eden, konformist kişiliğin en uç noktasında incelenmeye alınmış bir vaka. Aslen Yahudi ve ufak tefek bir adam olan Leonard, kimi zaman Çinli, kimi zaman Kızılderili, kimi zaman caz barda Zenci bir davulcu ve doktoruyla görüştüğü esnada doktor kılığına bürünüyor. Farklı sınıflarda, farklı etnik kimliklerde ve değişen coğrafyalarda adapte olmanın uç örneği sayılabilecek Leonard için toplum tarafından kabul görmek ve sevilmek hayatta kalma fikrinin kilit noktasını oluşturuyor. İnsan bukalemun Zelig, terapi sırasında bütün bu dönüşümlerinin Moby Dick’i okumuş gibi yapmasıyla başladığını itiraf ediyor. Bu masum ve sıradan itiraf, seyirciye günlük iletişime dair tanıdık bir hatırlatmada bulunuyor: kabul görmenin eşiğinde –mış gibi yapmanın dayanılmaz hafifliği!
Hem fiziksel hem kimliksel dönüşümünü izlediğimiz Leonard, filmin akışında absürt mizahı ve yaratıcı hikâye yazımıyla birçok yerde seyirciyi kahkahaya boğabilir.Günlük iletişimde oynadığımız oyunların ve de takındığımız maskeleri sorgulamanın keyifli bir anlatısı olarak yeniden okunabilecek olan Zelig (1983), adapte olmanın en uç noktasında toplum ve bireyin birbirini şekillendirme hikâyesini izleyiciye sunuyor.
Film hakkında keyifli bir anlatı ve daha detaylı bir analiz için Ertan Tunç’un The Ultimate Conformist: Zelig (1983) yazısına göz atabilirsiniz.
Aynı zamanda film için bestelenen, sözleriyle manidar şarkı listesine bakmayı unutmayın!
Kadının tecrübesi üzerine John Berger ne diyor?
“Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona. Böylece kadın içindeki gözleyen ve gözlenen kişilikleri kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayrı iki öğe olarak görmeye başlar.”
John Berger, Görme Biçimleri
Birey, toplum içinde davranışlarını yönetirken toplumun idealize ettiği rol kalıplarından ne kadar bağımsız kalabilir? Toplumsal cinsiyet ekseninde şüphesiz, “bir kadının nasıl davranması gerektiği” üzerine nara atmayan tek bir grup yoktur.
Gofmann’ın dramaturjisini toplumsal cinsiyete bağlı olarak yeniden inceleyecek olursak, Berger’in Görme Biçimleri kitabında yer alan “kadın kendi imgesiyle beraber dolaşır” fikri sorgulanmaya değerdir. Toplumsal kişilik ve öz varlık ayrımı Goffman’dan farklı olarak insanın toplum sahnesinde ve ondan bağımsız olarak sahip olduğu iki farklı kimliğe dair dikkati çeker. En büyük acıların ve en coşkun kahkahaların eşiğinde dahi, toplumda farklı sosyal, dini ve siyasi gruplar tarafından kadının nasıl ağlayacağı ve ne kadar hiddetli gülebileceği kendilerince onaylanabilir bir ölçeğe indirgenmeye çalışılır. Örneğin 2014 yılında, başbakan yardımcısı olduğu dönemde, Bülent Arınç kitlelere hitap ederken “kadınsa herkesin içinde kahkaha atmayacak!” diyerek kendince bir kadının gülüşüne dair sınırları çizmeye kalkmıştı.
Daha tehlikeli olan ise bugün geniş kitlelere hitap etmekte hiç de güçlük çekmeyen politikacıların, kadına yönelik bitmek bilmeyen sözlü şiddet söylemlerinin toplumun gelenek, görenek ve dini kalıplarına uydurarak pratiklerinde de devam ettirme çabasıdır.
Peki Ingmar Bergman ne diyor?
Umid Garbanov’un çevirisiyle,
“(Kadınlar) Doğrudan kameraya bakıyorlar. Seyirci bir anlamda aynadır, kadınlar aynaya bakmaktan daha fazla keyif alıyorlar. Ki bu ayna, seyirci veya kameranın gözüdür. Kadın kendine bakaken utanmamayı öğrenmiştir.”
Bana kalırsa Bergman’ın argümanı kadının kameranın, yani seyircinin, kendisini nasıl gördüğünü bildiği gözlemine dayanıyor. Kadına toplum sahnesinde utanmamayı öğreten serüven, kendisini izleyen seyirciye nasıl bir oyun sunması gerektiği üzerine aile içinde ilk toplumsallaşmasından itibaren dayatılan davranış ve ifade kalıplarını içeriyor. Yani kadının toplum içindeki rollerinin yine toplum tarafından harfiyen tanımla süreciyle kadın, defalarca sahnelediği oyunda ustalaşmış oluyor.
Oysa tanıdığımız –ve tanıyamadığımız- birçok kadın içine düştüğü toplum sahnesinden bir kaçış aradı.
“tükenirdi monolog
kaçarken içine düştüğüm kara toplum
big bang sonrası büyük yalnızlık bilinmeyeni
saçlarında titreyen iblisler karartırken güneşi
üst üste gömülürken
saydam yaşamlar
bir yankı duyulurdu hiç’likten
bütün yalnızlıklarınızın ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin…”
Nilgün Marmara, Daktiloya Çekilmiş Şiirler
Aktörlerin ve oyunların durmaksızın değiştiği Dünya sahnesinde, ya sen kimsin?
“Ben, kendimle kendim arasındaki bu aralığım.”
Başıboş Bir Yolculuktan Notlar, Fernando Pessoa
“Ben bir başkasıdır.”
Arthur Rimbaud
KAYNAKÇA
Berger, John (1999). Görme Biçimleri, İstanbul: Metis Yayınları.
Bilton, T., Bonnett, K., Jones, P., Lawson, T., Skinner, D., Stanworth et al., (2009), Sociology (Sosyoloji), (Çev. Ed. B. Özçelik), 2. Baskı, Ankara: Siyasal Kitabevi, (Orijinal Baskı: 2003).
Goffman, E., (1963), Stigma: Notes On The Management of Spoiled Identity, ABD: Prentice-Hall, Inc.
Özmen, S ,Erdem, R . (2018). DAMGALAMANIN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ .Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi , 23 (1) , 185-208
Marmara, Nilgün (2016). Daktiloya Çekilmiş Şiirler, İstanbul: Everest Yayınları.
Pessoa, Fernando (2014). Başıboş Bir Yolculuktan Notlar, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları.
Pessoa, Fernando (2006). Huzursuzluğun Kitabı, İstanbul: Can Yayınları.
Pessoa, Fernando (2009). Uzaklıklar, Eski Denizler, İstanbul: Can Yayınları.
Rimbaud, Arthur (2015). Ben Bir Başkasıdır, Ankara: İmge Kitabevi
Leave a Review