Bu makale, David Graeber’a ait STRIKE! platformunda Ağustos 2013 tarihinde yayımlanan “ On the Phenomenon of Bullshit Jobs: A Work Rant ” başlıklı yazının Aybike Şahinoğlu tarafından Türkçeleştirilmiş halidir.
Editörler: Anılcan Duymaz & Elif Zeynep Özdemir
1930 senesinde, John Maynard Keynes, yüzyılın sonuna kadar teknolojik gelişmenin yeterli seviyeye vararak Büyük Britanya ve Birleşik Devletler gibi ülkelerde haftalık çalışma süresini 15 saat kılacağını öngörmüştü. Haklı olduğuna inanmak için pek çok sebep var. Teknolojik anlamda bunu rahatlıkla gerçekleştirebilecek kapasiteye sahibiz. Fakat yine de bu durum gerçekleşmedi. Bunun yerine teknolojik gelişmeler bizi daha çok çalıştırmanın çeşitli yollarını bulmak üzere yükselişe geçti. Bunu başarmak için ise özünde anlamsız işlerin yaratılması gerekmekteydi. Özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kitlelerin çoğu çalışma hayatlarının tamamını aslında yerine getirilip getirilmediğinin önemli olmadığına gizlice inandıkları görevleri tamamlamak ile geçiriyorlar. Bu durumun yarattığı ahlaki ve ruhsal hasar ise oldukça derin. Kolektif ruh boyunca uzanan derin bir yara. Ne var ki , neredeyse hiç kimse bunun hakkında konuşmuyor.
Neden Keynes’in 1960’lı yıllardan beri heyecanla beklenen ütopyası hiçbir zaman gerçekliğe dönüşmedi? Bugünün standart düşünce kalıbına göre Keynes tüketimciliğin süratli yayılışını öngörememişti. Daha az çalışma ve daha fazla oyuncak ve zevklerin arasında ikinci seçeneği tercih ettik. Bu durum hoş bir ahlaki masalı gözler önüne seriyor, fakat anlık bir düşünme bu durumun gerçekten doğru olamayacağını gösteriyor. Evet, 1920’lerden beri sonsuz çeşitlikte yeni iş alanlarının ve endüstrilerin ortaya çıkışına tanıklık ettik; yine de bunların yalnızca küçük bir kısmı suşi, Iphone, ya da şık spor ayakkabıların üretimi ve dağıtımı ile ilgili.
O zaman bu yeni iş alanları tam anlamıyla nedir? Birleşik Devletler’de istihdamı 1910 ve 2000 yılları arasında karşılaştıran yakın tarihli bir rapor bu konu hakkında net bir resim çiziyor (ve not etmek isterim ki bu durum aynı şekilde Birleşik Krallık’a da yansıdı). Geçen yüzyıl boyunca hizmetçi olarak ve tarım sektöründe çalışan insanların sayısı sert bir şekilde düşerken aynı zamanda “profesyonel, idari, bürokratik, satış ve servis sektörlerinde çalışanların sayısı (toplam istihdamın dörtte birinden dörtte üçüne çıkacak şekilde) üçe katlandı. Başka bir deyişle, üretken işlerin büyük bir kısmı (tahmin edileceği üzere) otomatikleştirildi (dünya üzerindeki tüm sanayi işçilerini saysanız bile, Hindistan ve Çin’deki kalabalıklar dahil , bu işçiler artık eskisi gibi dünya nüfusunun büyük bir kısmını oluşturmuyor.).
Çalışma süresinin büyük bir kısmının dünya nüfusunu kendi projelerinin, zevklerinin, ideallerinin ve fikirlerinin peşinden gitmesi adına özgürleştirecek şekilde azaltılmasından ziyade servis sektörünün idari kısmı gibi bir bölümünün finans sektörü, tele pazarlama, şirket hukuku, akademi ve sağlık yönetimi, insan kaynakları ve halka ilişkiler sektörlerini kapsayacak şekilde şişmesine tanıklık ettik. Dahası, bu büyümeyi gösteren rakamlar işi bahsedilen sektörlere idari, teknik, ya da güvenlik anlamında destek sağlamak olan ve diğer herkes tüm zamanını diğer sektörlerde çalışarak harcadığı için var olan yan sektörlerin (köpek yıkayıcılar ya da gece boyu pizza servisi yapanlar gibi) tamamını yansıtmıyor.
Bunları “zırva işler” olarak adlandırmayı öneriyorum.
Sanki birinin görevi çıkıp bizi yalnızca çalıştırmış olmak adına boş işler yaratmakmış gibi. İşte gizem tümüyle burada yatıyor. Kapitalist düzende bu kesinlikle olmaması gereken bir durum. Elbette, Sovyetler Birliği gibi istihdamın hem bir hak hem de kutsal bir görev olarak kabul edildiği eski ve verimsiz sosyalist devletlerde sistem üretebildiği ölçüde iş imkânı yaratmaktaydı (bu nedenle Sovyet mağazalarında bir parça eti satmak için üç kişi aynı anda çalışıyordu.). Fakat, elbette, bu market rekabetinin çözmesi gereken bir sorun. En azından ekonomik teoriye göre kâr gözeten bir firmanın yapacağı en son şey işe almaları gerekmeyen çalışanlar için ödeme yapmaktır. Yine de ,bir şekilde, bu durum yaşanıyor.
Şirketler acımasızca küçülme yolunda giderken işten çıkarmaların ve hızlanmanın faturası bir şeyleri üreten, taşıyan, düzelten ve yoluna koyan insanlara kesiliyor. Hiç kimsenin açıklayamadığı tuhaf bir simya vasıtası ile maaşlı masa başı çalışanların sayısı artarken daha fazla çalışan (Sovyetler Birliği çalışanlarından pek de farklı olmayacak şekilde) kağıt üzerinde haftada 40 ya da 50 saat çalışıyor gibi gözükmekte, fakat Keynes’in öngördüğü gibi verimli olarak yalnızca 15 saat çalışıyorlar. Çünkü vakitlerinin geri kalanı motivasyon seminerleri düzenleme, bu seminerlere katılma, facebook profillerini güncelleme ya da dizi indirmekle geçmekte.
Açıkça görüldüğü üzere cevap ekonomik değil, ahlaki ve politik. Yönetici sınıf ellerinde bolca özgür zamanı olan mutlu ve verimli bir nüfusun ölümcül bir tehlike olacağını keşfetti (bu durumun 1960’larda farkına varılmaya başlandığında neyin filizlenmeye başladığını düşünün). Aynı zamanda çalışmanın ahlaki bir değeri olduğunu ve herhangi yoğun bir iş disiplininin altına girmek istemeyen bir kişinin hiçbir şey hak etmediğini düşünmek bu sınıfın oldukça işine gelmekte.
Bir zamanlar İngiliz akademik departmanlarında sonsuz bir şekilde büyüyen idari sorumluluklar üzerine düşünürken olası bir cehennem tasavvuru aklıma geldi. Cehennem bir grup insanın zamanlarının büyük bir kısmını sevmedikleri ya da pek de iyi olmadıkları alanlarda çalışmalarıdır. Şöyle düşünün, bu insanlar mükemmel marangozluk becerileri nedeniyle işe alındılar fakat zamanlarının büyük bir kısmını balık kızartarak geçirmeleri beklendiğini keşfediyorlar. Kızartılması gereken kısıtlı miktarda balık var ve kimse yapılması gereken işi yerine getirmiyor. Yine de ,her nasılsa, bu kişiler meslektaşlarının marangozluk işlerine daha fazla vakit ayırdıklarını ve kendilerinin başlarına düşen balık kızartma sorumluluğunu yerine getirmediklerini , böylece kötü kızartılmış gereksiz balık yığınlarının iş yerini doldurduğu ve herkesin durumunun aynı olduğu fikrine içerlemeye takıntılı hale gelmiştir. Bu durum ekonomimizin ahlaki dinamiklerinin isabetli bir tasviridir.
Şimdi, bu çeşit herhangi bir argümanın anında pek çok itiraza toslayacağının farkındayım: “Hangi işlerin gerçekten ‘gerekli’ olup olmadığına sen kim oluyorsun da karar verebiliyorsun? Gerekli dediğin nedir ki? Sen bir antropoloji profesörüsün, peki ‘gereklilik’ bunun neresinde?” Pek çok tabloid okuru işiminin varlığını gereksiz masraf kavramının tanımı olarak alacaktır, bu bir anlamda doğru. Sosyal değerin objektif bir ölçüsü olamaz.
Biri gerçekten dünyaya anlamlı bir katkı sunduğunu düşünüyorsa ona durumun böyle olmadığını söylemeye devam edemem. Fakat işlerinin anlamsız olduğuna ikna olmuş insanlar için ne demeli? Yakın zamanda 12 yaşımdan beri görmediğim bir okul arkadaşım ile iletişime geçtim. Bu zaman aralığında önce bir şair sonra da bağımsız bir rock grubunun solisti olduğunu öğrenmek beni oldukça şaşırttı. Birkaç şarkısını radyoda duymuştum fakat şarkıcının tanıdığım biri olabileceği düşüncesi aklımın ucundan bile geçmemişti. Arkadaşım açıkça harika ve yenilikçi biriydi ve şarkıları şüphesiz dünyanın pek çok yerindeki insanların hayatını aydınlattı. Buna rağmen birkaç başarısız albüm sonrası sözleşmesi bozuldu, borca battı ve bir kızı oldu. Sonunda, söylediği üzere, “yolunu kaybetmiş pek çoğu gibi standart yolu seçtim: hukuk fakültesi.” Şimdi kendisi New York’ta öne çıkan bir firmada şirket avukatı. Aynı zamanda işinin gerçekten anlamsız olduğunu, dünyaya hiçbir katkıda bulunmadığını ve kendi deyimiyle var olmaması gerektiğini itiraf eden ilk kişiydi.
Burada ortaya atılabilecek pek çok soru var, başlangıç olarak, “Oldukça kısıtlı şair-müzisyen talebi üreten fakat görünüşe göre şirket hukuku uzmanlarına sonsuz talep yaratan toplumumuz için ne demeli?” Cevap: Eğer nüfusun %1’i harcanabilir gelirin büyük bir kısmını kontrol ediyorsa ‘market’ olarak adlandırdığımız şey bu kesimin neyi kullanışlı ya da önemli gördüğünü yansıtır. Başka hiç kimsenin değil. Dahası, bu durum bu sektörlerde çalışan insanların durumun farkında olduğunu gösteriyor. Açıkçası işinin zırva olduğunu düşünmeyen tek bir şirket avukatı ile tanıştığımı sanmıyorum. Aynısı öncesinde altını çizdiğim neredeyse tüm yeni sektörler için de geçerli. Maaşlı profesyoneller sınıfı var ki herhangi bir partide karşılaştığınızda ilginç sayılabilecek bir iş yaptıklarını düşünseler de (misal, bir antropolog) ne yaptıklarına dair herhangi bir tartışmaya girmekten kaçınırlar. Onlara birkaç içecek ısmarla ve sonrasında gerçekten işlerinin ne kadar anlamsız ve aptalca olduğunu anlatan tiradları dinleyebilirsin.
Burada derin bir psikolojik şiddet var. Biri gizlice kendi işinin var olmaması gerektiğini düşünürken nasıl çalışmanın onurundan bahsedebilir? Bu durum nasıl derin bir öfke ve içerleme yaratmaz? Yine de bu balık kızartıcıları durumunda olduğu gibi nefretin gerçekten anlamlı iş yapan kişilere yöneltilmesini sağlayan ve toplumu yönetenler tarafından yaratılmış özgün bir durum. Örneğin, toplumumuzda daha fazla insanın yararına olacak işler ile ilgilenenlerin daha az kazanacağına dair genel bir kural varmış gibi gözüküyor. Tekrardan, nesnel bir ölçüm bulmak oldukça zor fakat kolayca anlamlandırmak adına şu soru sorulabilir: Bu sınıfın tamamı yok olsa ne olurdu? Hemşireler, çöp toplayıcıları, tamirciler birden yok olsaydı sonuç açıkça bir felaket olurdu. Öğretmenler ya da iskele çalışanlarının olmadığı bir dünyanın başı kısa sürede belaya girerdi, hatta bilimkurgu ya da ska müzisyenlerinin olmadığı tek bir dünya bile daha az tercih edilir bir yer olurdu. Diğer yandan özel sermaye şirketi CEO’ları, lobiciler, halka ilişkiler araştırmacıları, aktüerler, tele pazarlamacıları, mübaşirler ya da hukuk danışmanları olmasaydı dünyanın ne şekilde felakete sürüklenebileceği pek açık değil (pek çok kişiye göre daha iyi bir yere de gidebilir.). Yine de birkaç istisna dışında (doktorlar) kural şaşırtıcı bir şekilde işlemeye devam ediyor.
Daha kötüsü bunun olması gereken düzen olduğuna dair yaygın bir kanı bulunmakta. Sağ popülizmin gizli kalmış güçlü noktalarından biri de bu. Tabloidler metro çalışanlarına karşı Londra’yı felce uğrattıkları için kızgınlık kamçıladığı zaman bunu gözlemlemek mümkün. Metro çalışanlarının Londra’yı felce uğratması işlerinin aslında gerekli olduğunu gözler önüne sermekte, fakat tam da bu nokta insanları rahatsız ediyor gibi görünüyor. Cumhuriyetçilerin sözde şişirilmiş maaşları ve sahip oldukları sosyal yardımlar nedeniyle ortaya çıkan kızgınlığı öğretmenlere ya da otomotiv işçilerine (özellikle sorunları yaratan okul müdürlerine ya da otomotiv endüstrisi yöneticilerine karşı değil) karşı mobilize etmede oldukça başarılı olduğu Birleşik Devletlerde bu durum daha açık bir şekilde gözler önüne serilmekte. Güya onlara “Fakat çocuklara öğretme imkânı elde ediyorsun ya da araba yapıyorsun! Gerçek işlere sahip olma imkânınız var! Bunun üzerine bir de orta-sınıfa ait bir emekli maaşı ve sağlık hizmeti talep etme cesaretini gösteriyorsun!” deniyormuş gibi.
Eğer biri finans kapitalinin gücünü korumaya yetecek bir çalışma rejimi dizayn etmiş olsaydı bu kişinin nasıl daha iyisini yapabileceğini görmek oldukça zor olurdu. Gerçek ve üretken işçiler acımasızca sıkıştırılıp eziliyorlar. Geri kalanlar ise küresel çapta hakarete mağruz kalmış ve terörize edilmiş bir işsizler tabakası ve (kendilerini yönetici sınıfın bakış açıları ve anlayışları ile özleştirmeleri için dizayn edilmiş pozisyonlarda yer alan) hiçbir şey yapmadıkları halde maaşları ödenen fakat inkâr edilemez bir sosyal değere sahip işlerle uğraşan insanlara karşı kaynayan bir öfke besleyen bir geniş tabaka arasında bölünmüştür. Açıkça görülüyor ki sistem asla bilinçli olarak dizayn edilmedi. Neredeyse bir yüzyıl süren deneme-yanılma yönteminden doğdu. Fakat bu durum teknolojik kapasitemize rağmen neden günde 3-4 saat çalışmadığımıza dair tek açıklama.
Orijinal metin için:
Leave a Review