
X-Files televizyon dizisinde “Deep Throat” ismiyle bilinen gizemli karakterin bu sözünü -yani hakikatle harmanlanmış yalanı- tabiri caizse zenginleştirilmiş hakikati, stratejik yanlış beyanatı ya da gerçeğin uzay-zaman içerisinde eğilip bükülmesi gibi istediğiniz gibi şekillendirebilirsiniz. En azından bunu siz yapmasanız bile ailenizde, romantik ilişkilerinizde, okulda, iş yerinizde, devlet kurumlarında, akademide, medyada ve tabii ki bizler için kendilerini feda eden siyasetçiler ya da siyasete gönül vermiş o ulvi insanların ağzından çıkan “şeyler” iki gerçeğin arasına gizlenebilir ve bizi ikna edebilir.
X-Files dizinin yaratıcısı Chris Carter, Deep Throat karakterinin “elbette” tarihi Deep Throat’tan esinlendiğini belirtti. Peki kimdi bu Deep Throat? Gerçek Deep Throat, FBI’ın Watergate skandalıyla ilgili araştırmasıyla ilgili bilgileri iki Washington Post muhabiri gazeteciler Carl Bernstein ve Bob Woodward’a sızdıran bir muhbirdi yani çok fazla bilgiyi ağzında tutan bir derin gırtlaktı. Son yıllarda ise bu muhbirin o devirde FBI ikinci adamı Mark Felt olduğu da düşünüldü.

Peki gündelik hayatlarımızda, içinde bulunduğumuz her türlü insan etkileşiminde hakikati ve gerçeği gırtlağında tutanları nasıl anlayacağız? Artık dürüstlük standartlarının zaman ve mekâna göre şekillendiği bir sosyal dünyada mı yaşıyoruz? Yoksa bu durumu açıklayacak kavramlar icat edip durumu daha çok bulandırıp “dünyayı yeniden anlamış” gibi mi yapacağız? Bu tarz soruları anlamak için yalanın hakikatini sorgulamak ve bunu destekleyen yalanlar ve aldatmacalar gezintisine çıkacağız.
Yalanı Keşfetmek

“Dilin insanileşme anı insanın yaptığı bir hatayı mazur göstermek için bir hikaye, bir mit uydurmasıyla çok yakından ilişkilidir.”
Karl Popper
Homo sapiens olarak bizler iletişim kurarken karmaşık konuşma yeteneğimizle birbirimizi aldatabilen tek türüz. Bu ne kadar bilim dünyasında tartışmalı bir mesele olsa da beyin yapımızdaki gelişmişlik, sembolik düşünebilme ve dil gibi çeşitli avantajlarımızla diğer canlılara göre yalan söyleme konusunda eşsiz bir yeteneğimiz var. Başlangıçta insan, ilk konuşmaya başladığında muhtemelen bir şempanzenin homurtularından ve çığlıklarından öteye gidemiyordu. Zaten birbirlerinden ayrı yaşayan ilk insan grupları arasındaki etkileşimler günümüze göre çok daha azdı. Bu yüzden de karmaşık bir dilimiz yoktu.
Ralph Keyes’e göre, “Önemli olayları anlatma isteği büyük olasılıkla dili daha üst bir karmaşıklık düzeyine taşıdı. Fakat dilin asıl yaratıcılığı başkalarını aldatmak istediğimizde ortaya çıktı. Yani etrafımızdaki dünyayı anlatmak için sözcükleri bir kez kullanmaya başladıktan sonra, neden kendimizi olgularla sınırlayalım ki? ”Yalan söylemenin doğuşu insan yaratıcılığının doğuşu olarak da görülebilir çünkü yalan söylemek “şey”lerin ne olduğu kadar ne olmadığını da gösterir. Bunu kurgulama gücü olarak da anlayabiliriz.
Ralph Keyes, “Yalan söyleme ihtiyacı daha fazla sözcük gerektirdi ve bilişsel güçleri genişletti. Yalanlar yaratıp sonra da bunları birbirimize inandırdık. Böylelikle, Homo sapiens beyninin yeni sinapslar geliştirmesine olanak sağladı.”
Yalan söylemenin ilk insan toplulukları içerisinde her zaman olumlu sonuçlar doğurmayacağı fark edilince buna bir düzenleme getirmenin gerekli olduğu düşünüdü. Darwin’e göre, canlı türlerinin dürüstlüğü doğanın umurunda değildi. Önemli olan bu özelliğin adaptasyon sağlayıp sağlayamayacağıydı. Ona göre doğal dünya sahtekarlar ve yalancılarla doluydu. Yani bu durum sinekkapanlar kadar insanlar için de geçerliydi. Bu yüzden de dürüstlük doğuştan gelen değil öğrenilen bir özellikti.
Bunu şu şekilde anlayabiliriz, aynı insan grupları içerisinde yaşarken yalan söylemek ya da yalanımızın ortaya çıkması birbirimizle olan güven bağını zedeleyeceği için uyarılmamıza, ceza almamıza hatta dışlanmamıza sebep olacaktır. Bu yüzden bağlılık dürüstlüğü gerektirir. Ve Darwin’in İnsanın Türeyişi (The Descent of Man) adlı kitabında dediği gibi “Hakikat olmadan bağlılık olmaz.”.
Antropologların çeşitli kabilelerde keşfettiği ise bu duruma farklı bir bakış açısı kazandırdı. Ethel Albert’in Orta Afrika ülkesi olan Burundi’deki çalışmaları ve incelemeleri doğrultusunda o toplumdaki bireylere göre en kötü yalancı, bir şeyler uydurup insanları kandıran değil verdiği sözü tutmayanlardı. Diğer bir antropolog Paul Bohannan, Nijerya’daki Tiv halkı üzerine yaptığı çalışmalarda “Bireylerin olgusal kesinliği azaltmaktan ziyade toplumsal ilişkileri bozmanın kültürel değerlerde daha çok önemi var.” diyordu.
Kabile toplumlarında dikkat çeken en önemli durum ise kabile içinde dürüstlüğe toplumsal bağlılığı arttırdığı düşüncesiyle önem verilirken kabile dışındaki diğer insanlara karşı etik değerlerin ve dürüstlüğün esnek olmasıdır. Mesela biraz önce bahsettiğimiz Tiv halkından bir üye: “Beyaz adamın bizim gelenek ve kültürümüz hakkında yazdıkları çok komik çünkü dışarıdan olanlara özellikle de beyaz adama yalan söylemek bizim geleneğimizdir.”.
Dışarıdan olanlar için dürüstlüğün esnetilmesi her sosyal grupta, cemiyette ve toplumda görülmüştür. Yunanca psemata sözcüğü yalnızca dışarıdan birini kandırmak için söylenen yalanlarda kullanılır. Samoalılar ise bu durum için taufa’ase’e der. Somoalılar tarafından kandırılanlardan biri de yine bir antropolog Margaret Mead idi. Ünlü çalışmalarından biri olan Samoa’da Reşit Olmak (Coming of Age in Samoa) saha çalışmasından yaklaşık altmış yıl sonra, çalışmasına katılanlardan biri, Samoalı genç kızların şaka yapmayı sevdiklerini ve Margaret Mead’in çalışmaya katılan genç kadınların uydurduklarını gerçekmiş gibi inanıp yazdığı söylüyordu.
Dürüstlüğün standardı

“De ki: “İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir; göklerde olanları da yerde olanları da bilir. Allah her şeye kādirdir.”
Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmrân Suresi- 29. Ayet
Dinler ve mezhep farklılıklarında da bazen dürüstlük konusunda ikilemler yaşanmaktadır. Bu ikilem: “Zulme ve haksızlığa uğrarken dürüst mü olmalıyız? Yoksa her doğru her yerde söylenmez mi demeliyiz?” gibi hakikatin nerede ve ne zaman söyleneceğiyle ilgilidir. Mesela yukarıdaki ayeti yorumlarken kimi Kur’an-ı Kerim müfessirler “Eğer kişi düşmanlarından kaçmak ya da zulme uğramamak için kalbinde inandıklarına ters düşse bile yalan söyleyebilir, inancını gizleyebilir hatta onlardan biriymiş gibi yaşayabilir. Bu dinin hükümlerine ters değildir çünkü Allah kalbimizden geçenleri bilir,” yorumudur. Diğer taraftan bu yoruma karşı çıkıp ne olursa olsun yalan söylemenin büyük günahlardan olduğu hangi şartlarda olursa olsun Müslümanın yalan söylememesi gerektiğini düşünenler de var.
Örnek olarak, Sünni Müslümanlar tarafından zulüm ve haksızlığa uğrayan bazı Şii Müslümanlar kendilerini Sünni Müslümanlar gibi gösterdikleri takiyye doktrini uygulamış. Bu öğreti, mezhebini ve inanışını saklayarak korunmak anlamına gelir. Avrupa’da ise Protestan Yenilikçi Devrim (Reform) hareketleri sırasında Katolik Hıristiyanlar, ayrımcılığa maruz kalmamak için oluşturdukları zihinsel çekince kavramı da buna benzerdir. Bu bir nevi doğruyu eksik olarak verip, doğrunun etrafında dolanmaktır aslında çünkü bu anlayış da inanan kişinin kalbinden geçenleri yaratıcı bildiği yorumuna dayanır.
Protestanlara göre Katoliklerin zihinsel gizlenmeyi ya da zihinsel çekinceyi kullanması kabul edilemezdi. Bu çıkarcı bir yanıltmacaydı. Max Weber’e göre Protestanların katı dürüstlük anlayışı kapitalizm ve serbest piyasa ekonomilerinde başarılı olmalarının sebebiydi. Organize ekonomik üretim ilişkileri ve bankacılıkta insanlar birbirine güvenmek zorundaydı. Böylelikle, gelecek vadetmeyen ve güvenilmez bir kapitalistin borç vadesini uzatmak hiçbir zaman mümkün olmadı.
Özellikle Aydınlanma sırasında bilimin yükselişi, doğruluğa) ve dürüstlüğe de önem kazandırdı. Modern bilimsel anlayışın gelişmesi kesinlik ve objektif tanıklığı da beraberinde getirdi ve kapitalizmin yükselişinde bir pay sahibi oldu. Doğruyu söylemek sadece bireyin toplumdaki itibarından ziyade toplumsal bütünlüğü bozan bir pratikti. Hatta Immanuel Kant’a göre, “Yalan sadece belli bir kişiye zarar vermekle kalmaz aynı zamanda bir başkasına zarar verir. Aslında baktığımızda tüm insanlığa zarar verir çünkü ahlaki yasanın kaynağını yozlaştırır,” der.
Ralph Keyes’e göre, “Toplum genişleyip karmaşıklaştıkça, ahlaki odak noktasını dışsal normlardan içsel kanaate kaydıran etiğe duyulan ihtiyaç da arttı,”. Bunu şöyle anlayabiliriz, insan grupları arasında yakınlık arttıkça dürüst olma zorunluluğu artıyor. Yani sık sık gördüklerimize yalan söyleme ihtimalimiz, daha az gördüğümüz insanlara göre daha düşük. Özellikle yalan hakkında çok fazla araştırma yapmış sosyal psikolog Bella Depaulo bu hipotezi test etmiştir. Virginia Üniversitesi öğrencileri ve Charlottesville sakinleri arasında yaptığı yalan söyleme sıklığı hakkında yaptığı araştırmada, deney grubu üyelerinin temas halinde bulundukları insanlara karşı daha dürüst oldukları ortaya çıktı.
Hakikatin Düşüşü

Peki artık birbirimize daha çok mu yalan söylüyoruz? Cevabı çok basit, evet. Hatta, günümüz dünyasında insanlar birbirine geçmişe göre daha çok yalan söylüyor. Çünkü yalan söyledikten sonra yakalanmak daha zor ve yalanımız ortaya çıktığında kimseye hesap vermek zorunda değiliz. Artık daha özeliz, birer eşsiz kar tanesiyiz. Yarattığımız imajlar bizi tanıyanlardan daha öteye uzanıyor. Aile, okul, kurs, sosyal medya platformları gibi aynı anda birden fazla sosyalizasyon safhasından ve yine aynı anda içinde bulunduğumuz toplumla birlikte diğer toplumlarla da sosyal etkileşim halindeyiz. Sosyal etkileşimimiz sadece tanıdıklarımızdan ibaret değil. Aynı zamanda tanımadıklarımızla da etkileşim halindeyiz. Küresel bir şekilde her geçen gün birbirimize bağlı olduğumuz bir dünyada küresel bir topluma dönüşüyoruz. Birey olarak yarattığımız eşsiz ve özel olma hakikati, dürüstlüğün zorunluluğunu ortadan kaldırırken küresel bir çözülmeye de sebep oluyor. Yani dürüstlük ve etik olarak bağlılığın küresel ölçüde azalması, küresel bir aldatmaca ağını da yaratmış oluyor.
Toplumdaki bağlılık ve yakınlık dinamikleri çeşitli ekonomik, politik, sosyal ve kültürel değişim ve dönüşümlerden etkilendi. Sanayi Devrimi öncesi dünyada sosyal mobilite daha katı, daha keskin ve daha hantaldı. Toplumsal tabakalar arası geçişler dini ve aristokratik kurallarla sınırlandırılmıştı. Mesela 16. Yüzyılda İngiliz Kraliyet ailesinde yaşanan bir gerginlikten çok haberiniz olmuyordu ama bugün magazin programlarında ve talk showlarda istemediğiniz kadar haberiniz oluyor.
Sanayi Devrimi sonrası ekonomik üretim ilişkilerine göre kırdan kente göç süreci ve ailedeki dönüşüm, 2. Dünya Savaşı sonrası nüfus patlaması, 1980 sonrası Thatcher ve Reagan neoliberal politikaları, ihtiyaca göre değil de tüketime göre şekillenen üretim ve hizmet sektörleri, hızla etkisi artan bilgi ve iletişim teknolojileriyle artan küreselleşme sadece insan etkileşiminde zaman ve mekan kavramını aşmakla kalmadı aynı şekilde insanlar arasındaki yakınlık ve bağlılık kültürünü de değiştirdi. Bu değişim dürüstlüğün zorunluluğunu ortadan kaldırdı çünkü anonimlik arttı. Anonimlik sadece sosyal medyadaki tuhaf kullanıcı adlarıyla paylaşım yapmaktan ibaret değil. Bu, kendi yarattıkları mitlerin arkasında kalan anonim bireyler demek.
Anonimlik, bireylerin sürekli kendileri için yarattıkları mitleriyle kendini zorunlu hale getirdi. Artık, insanları tanımak yerine yaratmış oldukları mitlerle bağlılık kuruyoruz çünkü kendilerini nasıl gösterdikleri, pazarladıkları yahut kurguladıkları; bağlılık ve yakınlık kurmak için daha kolay, daha pratik ve daha hızlı. Sizin ne tükettiğiniz, hangi şarkıları dinlediğiniz, romantik partnerinizin kim olduğu, hangi okulu kazanıp bitirdiğiniz, nasıl bir giyim stilinizin olduğu, hayat tarzınızı nasıl gösterdiğiniz, kimlik ideolojinizin ilgi pazarında onaylanması için söylemlerinizi nasıl fizibilite ettiğiniz, kısacası gerçekte ne yaşadığınız kim olduğunuz değil kurgunuzu nasıl gösterebildiğiniz önemli. Gösterdikleriniz doğru olmak zorunda da değil. Bu biraz, kitabı okumadığı halde internette özetini ve konusunu öğrenip sonra arkadaşlarına anlatıp okumuş gibi yapan birine benziyor. Belki arkadaşları ona inanacak ama hiçbir zaman o kişi, o kitabı deneyimlemiş olmayacak.
Hızlı imaj tüketimi, toplumdaki bireyler arasındaki bağlılığı azalttı. İletişim ve bilgi teknolojilerinin geometrik gelişme hızı ve küresel ulaşılabilirliği insan etkileşimlerini bir nevi iç içe geçmiş örüntülere dönüştürdüğü için bilginin ulaşılabilirliğiyle birlikte aynı zamanda yalanın da ulaşılabilirliğini arttırdı. Bu sadece iç çeper ve dış çeper ilişkiler arasındaki değişen yalanın standardının da çözülüşüydü. Bu çözülüş zaman ve mekan kavramının ötesinde sürekli devam eden aldatmaca akışı da yaratarak sürekli bir yalanın kendi hakikatini yaratma devinimine de dönüştürdü.
Yalanın kendi hakikatiyle kurmuş olduğu bu değişkenlik ilişkisi aslında yalanın kendisini de bir probleme dönüştürüyor çünkü yalan kendi hakikatinin nesnesi haline geliyor. Kendi hakikatine nesneleşen yalan, hakikatin ötesine geçiyor. Hakikatin ötesine geçen yalan sadece kendi hakikatinin nesnesi olmakla kalmayıp mevcut hakikati de kendi hakikatinin nesnesine çeviriyor ve kendisiyle birlikte mevcut hakikati de belirsizleştiriyor. Ama hakikat ve yalanın belirsizleşmesi, yalanın hakikatinin güç sarhoşu zalim bir efendiye dönüşmesinden dolayı değil. Bir zamanlar efendi olan hakikatin, kölesi olan yalanı kendi iradesi dışında azat edilmesinden, yani gücü elinden alınmış bir hakikatin çaresizliğinden geliyor.
Peki hakikatin efendi olduğu zamanlar hep ihtişamlı mıydı? Yoksa her zaman asıl sorun hakikatin kendisi miydi?
“Nedir öyleyse hakikat? Devingen bir eğretilemeler, yakıştırmalar, insanlaştırmalar, kısacası bir insan ilişkileri özeti, ki, poetik ve retorik olarak yüceltilerek, çevrilip taşınarak, süslenerek, uzun kullanım sonucu, bir halk için kesin, buyurucu ve bağlayıcı hale gelmiştir: hakikatler, sanrı oldukları unutulmuş sanrılardır; kullanıla kullanıla güdükleşmiş ve güçsüzleşmiş eğretilemeler, tuğralarını yitirmiş sikkeler ki şimdi, artık sikke olarak değil, maden olarak hesaba katılmaktadırlar.”
-Friedrich Nietzsche, Ahlakdışı Anlamda Doğruluk ve Yalan Üzerine
-DEVAM EDECEK
KAYNAKLAR
Bartley, W.W. The Philosophy of Karl Popper Part III. Rationality, Criticism, and Logic. Philosophia 11, 121–221 (1982). https://doi.org/10.1007/BF02378809
Bilgi Yönetimi ve İletişim Daire Başkanlığı. (n.d.). Diyanet İşleri BAŞKANLIĞI KUR’AN-I Kerim – Âl-i İMRÂN Suresi 29. AYET TEFSIRI – Diyanet İŞLERI BAŞKANLIĞI’. Retrieved March 08, 2021, from https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/%C3%82l-i%20%C4%B0mr%C3%A2n-suresi/322/29-ayet-tefsiri
Esen, S . (2017). KARŞI REFORM HAREKETİ VE DOMİNİKENLER . Dini Araştırmalar , 20 (52 (15-12-2017)) , 111-130 . DOI: 10.15745/da.356884
DePaulo, B. M., Kashy, D. A., Kirkendol, S. E., Wyer, M. M., & Epstein, J. A. (1996). Lying in everyday life. Journal of personality and social psychology, 70(5), 979.
DePaulo, B. M., & Kashy, D. A. (1998). Everyday lies in close and casual relationships. Journal of personality and social psychology, 74(1), 63.
Garvie, A. E. (1939). Honesty. By Richard C. Cabot.(New York & London: Macmillan & Co. 1938. Pp. 326. Price 10s. 6d.). Philosophy, 14(54), 245-246.
Glanzberg, M. (2018, August 16). Truth. Retrieved September 13, 2020, from https://plato.stanford.edu/entries/truth/
Kessler, H. L. (2011). Speculum. Speculum, 86(1), 1-41. doi:10.1017/s0038713410003477
Keyes, R. (2019). Hakikat Sonrası Çağ (2. Baskı ed.). Ankara, Türkiye: Delidolu, Tudem Yayın Grubu
Max Weber. The Protestant ethic and the spirit of Capitalism. 1905. (n.d.). Retrieved March 08, 2021, from https://www.marxists.org/reference/archive/weber/protestant-ethic/
Miller, J. (1981). Dismembering and Disremembering in Nietzsche’s “On Truth and Lies in a Nonmoral Sense”. Boundary 2, 9/10, 41-54. doi:10.2307/303113
Nietzsche, F. (1998). “Ahlakdışı Anlamda Doğruluk ve Yalan Üzerine”. Oruç Aruoba (Çev). Cogito. Sayı 16. İstanbul:s. 55-66
O’Connor, J. (n.d.). W. mark Felt reveals himself as Deep THROAT, Ends years OF Post-Watergate Speculation. Retrieved March 08, 2021, from https://www.vanityfair.com/news/politics/2005/07/deepthroat200507?currentPage=all&printable=true
Shankman, P. (2013). The “Fateful Hoaxing” of Margaret Mead: A Cautionary Tale. Current Anthropology, 54(1), 51-70. doi:10.1086/669033
Leave a Review